O GÜZEL BARTIN (11 Kasım 2025)
Temmuzun sıcağında Ankara’dan çıktığımız beş saatlik uzun yolculuktan sonra, eşimle birlikte öğleden sonra Bartın’a ulaşmıştık. Daha yenile kent olan, yeşillikler içindeki Bartın’ın otogarı, Yalı'daki küçük bir alanda, iki yazıhane ve birkaç perondan oluşuyordu.
Elimizdeki küçük bir valizle otobüsten indik. Nemli bir sıcak karışladı bizi. Otogarın bir köşesindeki büfede, gazete ve dergi standının bitişiğinde, üzerinde çöven ekmeği yazılı bir camekânın içinde, dikdörtgen biçiminde, dolgun bir ekmek satılıyordu. İlk defa görüyorduk. Dikkatimizi çekmişti. Acaba çöven diye bir tahıl var da biz mi bilmiyorduk?! Der gibi, eşimle bakıştık. Hemen yandaki seyyar köftecinin tezgâhından, dumanı tüten köftelerin kokusu ağız sulandırıyordu. Etraf oldukça sakindi.
İlk işimiz, birine öğretmenevinin yerini sormak oldu. Yakınmış. Kısa sürede, bir yokuşun başındaki öğretmenevine geldik. Bartın’ı daha önce hiç görmemiştik. Tayinim çıkmış, ancak henüz eşyamız gelmemişti. Çünkü Bartın’da göreve başlayacağım okul, henüz belli olmamıştı. Bir günlüğüne kenti görüp, Ankara’ya dönecektik.
Öğretmenevine geldik. Kalacağımız odayı ayırttık. Resepsiyonda görevli kadın: “Eşyalarınızı çabuk yerleştirirseniz saat iki buçuğa kadar yemek yiyebilirsiniz” Dedi. Odamıza çıkıp[s1] eşyalarımızı öylece baraktık. Elimizi yüzümüzü yıkayıp restorana indik. Yemek salonu boştu. Mutfaktan tabak, çatal sesleri geliyordu. Belli ki ortalık toparlanıyordu. Neyse ki yetişmişiz. Yemeğimizi yiyip dışarı çıkarken, resepsiyondaki görevli kadına, çarsıya nasıl gidebileceğimizi sorduk. Bizimle birlikte kapı önüne çıktı. Eliyle işaret ederek, yokuşun sonundaki Atatürk anıtından itibaren çarşının başladığını, zaten küçük bir yer olduğunu söyledi. Teşekkür edip yola koyulduk. Taş döşeli dar yollar, önümüzdeki bir belediye aracıyla ıslatılıyordu. Yalpan ıslatma, etrafa serinlik veriyordu.
TAKIM ELBİSELİ ESNAF VE TAŞ DÖŞELİ YOLLAR
Kaldırmalar neredeyse boş, araç trafiği ise yok gibiydi. Aşağı doğru dar bir çarşı uzanıyordu. Çarşı boyunca esnaflar dükkânların önünde taburelere oturmuş, müşteri bekliyorlardı. Hemen hepsi takım elbiseli ve kravatlıydı. Az sonra iki katlı, uzunca bir taş yapıyla karşılaştık. Bu güzel bina belediye binasıymış. Az ilerisinde de tarihi bir cami karışladı bizi. Biraz daha ilerlediğimizde, uzunca iki katlı bir taş binanın geniş girişinden, ortalığa insanı mest eden bir ıhlamur kokusu yayılıyordu. Hemen karşıdaysa, mermer sütunlar üzerine oturtulmuş, kubbesi altında çeşmeler bulunan bir şadırvanın göz alıcı işlemeleri dikkatimizi çekti. Üzerindeki açıklamayı okuyup; geldiğimiz yöne geri döndük.
Cadde boyunca ekmek fırını, eczane, gözlükçü, lokanta, gıda toptancısı, ayakkabı dükkânı, terzi ve bir iki de banka şubesi göze çarpıyordu. Biraz yürüyüp belediye binasını geçince, sola dönen sokağa girdik. Hemen solumuzda, taştan yapılmış kubbeli bir hamam gözümüze ilişti. Yol kenarları ve dar sokaklardaki birbirinden güzel ahşap evlerin, avlu duvarlarından sarkan çeşit çeşit güller, hanımelleri ve sümbüllere karışan ıhlamur çiçekleri mis gibi kokuyordu. Bu görüntüye kuşlar cıvıltılarıyla eşlik ediyor, ortalığı şenlendiriyordu. Avlu dibindeki taş kaldırımlarda siyah yapışkanlar oluşturan olgun dut döküntüleri, gözleri dalındaki iri dutlara çeviriyor, tatma isteği uyandırıyordu. Pencere önleri ve cumbalardaki teneke kutu ve saksılarda camgüzelleri, küpeli ve diğer çiçekler, işlemeli ve oymalı süslemelere hayat veriyordu. Mevsimlerin ve yılların izi, bu güzel evlerin kararmış ahşap cephelerinde kendini gösteriyordu.
AHŞAP EVLER VE MASALSI BAHÇELERİ
Sağdaki sokağın yanı başındaki ahşap evin avlusu önündeki kömür yığınından, elindeki küreğiyle küfesini dolduran, kömür tozuna bulanmış siyah teri, yüzündeki kırışıklardan aşağı süzülen bir adam, kayıtsızca işini yapıyordu. Yaklaşıp: “Kolay gelsin ”Dedik. “Sağ olun uşağım. Birine mi baktınız”? Dedi.
Bartın’a yeni geldiğimizi, buraya tayinimizin çıktığını ve etrafı dolaştığımızı söyledik. Bir yandan sapı kararmış, yayvan küreğiyle küfesini doldururken, başı ve kapkara gözleriyle karşıdaki mermer çeşmeyi işaret ederek, “Kavşak suyunu içerseniz artık buradan gidemezsiniz” Dedi.Acaba ne demek istedi diye eşimle bakıştık. “Kolay gelsin” deyip yürümeye devam ettik.
T şeklinde bir yol kavşağına gelmiştik. Fazla uzaklaşmamak için sağa doğru yöneldik. Bakmaya doyamadığımız, birbirine hiç benzemeyen ve her biri bir kişiliği yansıtan bu evler, ne kadar da dışa dönüktüler. Hepsinin bir bahçesi ve bu evle bahçeyi çevreleyen bir avlusu vardı. Oysa büyük kentlerimizdeki sıradan, birbirinin aynı, kimliksiz ve içe dönük apartman daireleri böyle miydiler?
BİLLUR BARTIN IRMAĞI
Bir masalın içindeymişiz gibi, evleri tek tek inceleyerek, bir köprünün başına geldik. Asma Köprüymüş. Köprünün altından su, kenarlarındaki koca ağaçların gölgesi altında ışıltılı, ferah ve neşe içinde akıyordu. Hemen dibindeki çalılar ve uzamış çimenler bu güzel suya eğilmiş, saçlarını yıkıyorlardı. Su duru, sessiz ve kayıtsızdı. Bu büyülü manzarayı bir gölgeye oturup bir süre sessizce izledik.
Köprünün sağında, Bartın Lisesi yazlı okulun önünden geçince, bizim öğretmenevi göründü. Yaklaşık iki kilometrelik bu yolu neredeyse üç saatte yürümüşüz. Yorulmuşuz da.
Aradan geçen otuz üç yılın ardından, o güzelim ahşap evlerin çoğunun yerinde artık yeller esiyor. Bazları restore edildi ve yaşatılıyor. Ancak birçoğu bakımsızlıktan harabeye döndü. Çoğunun yerine de kimliksiz beton binalar dikildi. Bartın ırmağının balıklar oynaşan o billur suyu mu? Sanki, renksiz bir çamuru andıran suyu görünmesin diye, cam duvarlarla gizleniyor.
-----------------------------------------------------------------------------
ÇOCUKLUK İNSANIN ANA VATANIDIR (20 Kasım 2025)
Çocukluk zamanımızdan kanımıza karışan şeyler, yaşam boyu yakamızı bırakmaz. Hep çocukluğumuzun parıltılı yıldızlar dünyasına bakıp, geleceğin güzel günlerini düşleyerek büyüdük. Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda “yaşamasını bilmek ve başkalarının yaşam hakkına saygılı olmak” temel kuraldı. Ve bu kural konu komşu herkes tarafından eksiksiz uygulanırdı.
Ankara’da yaşadığımız gecekondu mahallesinde, hemen hemen ülkemizin her yerinden göç edip gelmiş insanlarla birlikte bu kurala uygun ve mutlu bir yaşam sürdük. Lazların düğününde tulum ve horonla tanıştım. Kürt Yusuf kapı komşumuzdu. Çocuklarıyla birlikte büyüdük. Sivaslı Alevi komşularımızın çocuklarıyla bizler, aileleriyle ailelerimiz birlikte yaşadık. Tek bildiğimiz bunların insan ve komşu olduğuydu. Onların etnik kökeni ya da inancı kimseyi ilgilendirmezdi. Ailelerimizin çoğu ilkokul mezunu bile değildi. Ancak incelik, zarafet ve kibarlık yaşamımızın bir parçasıydı.
AYRIMCILIK MI DEDİNİZ?
Bir komşunun düğünü için yüzlerce kilometre yola başka kente, konu komşu hep birlikte gidilirdi. Hiç ayrım yapılmazdı. O zamanlar, hızımızın temposu, otomobil, radyo ve uçaktan, henüz bizlere bulaşmamıştı. Günler ve hatta yıllar, daha rahat ve keyiflice yaşanırdı. Pazara ya da çarşıya gidilirken ağır ağır yürünür, yaşlılara ve kadınlara daha çok saygı gösterilir, yetişkin erkeklerin ölçüsüz davranışları yakışıksız bulunur, onlardan uzak durulur, bu durum bütün mahallece bilinir ve uyulurdu.
Çocuklar hariç, merdivenlerin bile öyle hızlı ve telaşla çıkıldığına tanık olmazdık. En önemlisi de mahallelerde hiçbir zaman bir güvenlik sorunu yaşanmazdı. Neredeyse her evin kapısı açık ya da anahtarı kilidin üzerinde dururdu.
Babalarımızın nesli, gösterişsiz, sessiz ve dosdoğru bir yaşam sürdü. Şimdi ben geçmişe bakıp onları bundan dolayı kıskansam mı pek bilemiyorum. Hemen hepsinin geliri çok az olmasına rağmen yine de yokluk yaşanmıyordu. Mahallede engeli nedeniyle çalışamayanlar bile komşularca gözetilir, ihtiyaçları giderilirdi. Ayrıca çocukluğumun Kızılay’ı ihtiyaç sahiplerini gözetir, çocukları giydirir, maddi destek de sağlardı. Okullarımıza Kızılay kamyonu gelir, ihtiyaçlar ayrım yapılmadan dağıtılırdı. O zamanlar yaşamımızda taşkınlıkların olabileceğini düşünemezdik. Çünkü güvenliğe sahip olmaya ve rahatlığa öylesine alışmıştık ki yaşamda, gereksiz taşkınlık ve heyecanlar olabileceğini hayal bile edemiyorduk.
Bir tehlike olabileceği; karanlık bir gecede bile rüyalarımıza girmezdi. Destancıların, ellerinde bir kâğıt parçası ve yanık sesleriyle okudukları bir aile dramı içimizi ürpertir, onların başka bir dünyada yaşadıklarını zannederdik.
KARGAŞA VE YARIŞ
Rahatlık denilen şeye efsane gözüyle bakan ve güvenliği çocukça bir rüya sanan çocukluğumuz bitip de yetişkinliğe adım attığımızda yaşananları görünce, bunların ürpertilerini bütün vücudumuzda hissettik. Bu gün o rahat ve güvenliğin yerini kargaşa ve bir yarış aldı. Ama bu yarış ne yazık ki kalabalık içinde, uğultulara karışan ve kazananı olmayan bir yarış. Ne iyi insanın, ne de iyi eğitimin bir değeri olmadığı, güçlünün insanları buğday tarlasındaki başakları biçer gibi biçtiği acımasız bir yarış.
Eski Türkiye’de analarımız, babalarımız kendi kendileriyle sınırlı bir ömür sürmüştü. Bizler her anı, zamanı ve tarihi yaşadık. Bütün bunların hepi topu yüz yıllık bir sürede olduğunu ve bu gün geldiğimiz yeri göz önüne alırsak; gelecek kuşakların ne yaşayacaklarını hayal bile edemiyorum Bu günün çocukları ve gençlerine bakıyorum da işleri hiç te kolay değil. Bu durumun sorumluları mı? Onların tuzu kuru. Onlar kendi dünyalarında mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar.
Bartın Gazetesi’nin 11 Kasım 2025 ve 20 Kasım 2025 tarihli sayısında yayınlanan Mehmet DEMİRCİOĞLU yazıları

0 Yorumlar
Teşekkürler ...